Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Ağustos 2011

Yusuf faslı

Hem Ramazan’ın, hem Ağustos’un yirmibirinci gününe denk gelen Pazar akşam üzeri, twitter ırmağına  iki damla düştü:

 Zihni Yıldız 

… ve beklenen “küçük yolcu” dünya yoluna ilk adımını attı, ilk sesini duyurdu. dedesinin üçüncü torunu doğdu. Allah bahtını açık etsin

 Zihni Yıldız 

Mübarek ramazanda gelmesi bize erken bayram yaşattı. Ama ismi ne ramazan, ne kadir, ne bayram. Biz onu Yusuf diye çağıracağız
Sevincin, mutluluğun ve heyecanın ifadesi ancak bu kadar olabiliyor sanal alemde. Yolcu, arkasından takip edeceklerini umduğu her “Taze Dünya”nın gelişine çok seviniyor. Bir kuş olup uçmak istedi İstanbul’dan Ankara’ya. Bilmem ne hastahanesinin doğum servisinin koridorlarında yankılanan o ilk sesi duymak istedi. Ötelerden gelen tomurcuğu koklamak istedi. Ama olmadı. Siz de takdir edersiniz ki aslında sevinmekte haklılık payı var.  Henüz yaş 50 olmadan üçüncü torunun dünyaya gelmesi sıradan bir durum değil. “Erken kalkan YOL alır, erken evlenen döl alır” atasözü ete kemiğe bürünüyor, “Yusuf” diye görünüyordu işte. Üçüncü torunun ismi daha doğmadan belli idi. Bunda Yolcu’nun herhangi bir dahli olmadı ama torunlarından birinin “Yusuf” diye çağırılacak olması onu çok sevindirdi. Dünyalar güzeli Hz.Yusuf Aleyhisselam’ın ismi ile anılacak bir torunu vardı artık. Allah (C.C.) bahtını açık etsin. “Bloga bugüne dair not düşelim” diye hemen bilgisayarın başına oturdu ama sadece tek kelime yazabildi: “Yusuf” Bu kelime öylece kaldı uzun süre. Ramazan telaşı, memlekete yolculuk derken devamı bir türlü gelmedi.
Bugün 12 Eylül 2011. Aradan 21 gün geçmiş 22.gündeyiz çocuk doğalı. Bir hal oldu bizim Yolcu’ya. Bir tembellik çöktü üzerine. “Şu yazıyı tamamla” diye rica ettim. 21 Ağustos günü girilen o tek kelimenin sağını solunu doldurmaya başladı çalakalem.

Aradan geçen sürede Ankara’ya gitti. Dünya gözü ile torununu gördü. O’nu kokladı, kucağına aldı. Narin cildine dokunmaya kıyamadı, öpemedi torununu. Kulağına ezan okudu. “Ya çocuk, senin adın Recep Yusuf’tur” diye seslendi her iki kulağına. 


Read Full Post »

قُمْ (kum) "kalk" faslı

بِسْمِ اللَّـهِ الرَّ‌حْمَـٰنِ الرَّ‌حِيمِ
يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ‌ * قُمْ فَأَنذِرْ‌ * وَرَ‌بَّكَ فَكَبِّرْ‌ * وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ‌ * وَالرُّ‌جْزَ فَاهْجُرْ‌ * وَلَا تَمْنُن تَسْتَكْثِرُ‌ * وَلِرَ‌بِّكَ فَاصْبِرْ ‌

Sen ey içine kapanan kişi! Kalk ve (insanları) uyar! Sadece Rabbini yücelt! Elbiseni temiz tut! Bütün pisliklerden uzak dur! İyilik yapmayı kazanç kapısı haline getirme! Rabbin hatırına sabret!

Müezzinlerin “merhaba” bahrinden “elveda” bahrine geçtiği şu Ağustos Ramazan’ında bir şeyler yazmak gerekiyor; ama bizde mecal kalmadı. Dünya meşgalesi bir türlü bitmiyor. “Ramazan’ı hakkı ile idrak noktasında sıkıntılı bir durumla karşı karşıyayız” diye yuvarlak bir cümle kurayım da “ne şiş yansın ne kebap”

Özel durumları bir yana bırakıp güzel ülkemde Ramazan’ın nasıl geçtiğine dair bir iki not düşelim: İlk günle birlikte cami cemaatinde vakit namazlarında bile belirgin bir artış oldu. Genci ihtiyarı, çoluğu çucuğu camilerdeki saflara saf ekledi. Zaten öteden beri teravih namazına “özel” bir ilgi gösteren yurdum insanı “geleneği” bu sene de devam ettirdi. Farz namazlarını ihmal edenler bile teravihe koşa koşa gidiyor. Hem de tüm karşı kampanyalara rağmen. Her Ramazan olduğu gibi bu sene de kerameti kendinden menkul bir takım zevat pıtrak gibi bitiverdi ekranlarda. Onlara göre teravih namazı dinimizde yok(!) İnsanlar boşuna kılıyorlar, sünnet değil, 20 rekat değil, sürekli değil, vs, vs… Utanmasalar teravih namazı kılmayı günah sayan fetva(!) verecekler. Rahmetlik Erbakan’ın sözü ile “hadi ordan, hadi ordan” deyip onları kendi dinleri ile baş başa bırakalım en iyisi. Zaten Ramazan’dan sonra 11 aylık sessizliğe bürünecekler.

Kuşkusuz insanların iç dünyasını sadece Allah (c.c.) bilir. Biz zahire bakarak bu sayısal artışa bakarak hem seviniyoruz hem de kaygılanıyoruz. Cemaatin bilinçlenmesi yolunda daha çok çalışılması gerektiğini düşünüyorum acizane. Ramazan’lar turnusol kağıdı gibi tüm defolarımızı ortaya çıkarıyor. Toplumun her kademesinde lime lime dökülmeler var. Bir iki gün önce Yeni Şafak gazetesindeki başlığı görünce “hah işte bu” dedim. Sadettin Ökten Bey’le röportaj yapmışlar. Henüz detayını okumadım ama başlık çok çarpıcı: “Yükselen Dindarlığın İçi Boş” Bu cümle kaç gündür zihnime bir çengelle asıldı kaldı. Güya gazeteler Kur’an dağıtıyor, televizyonlarda mukabele programları yayınlanıyor, seyirci de bunu okuyor, takip ediyor. Gel gör ki resme yakından baktığımızda korkunç bir virüs yayılıyor. Star TV’deki mukabele programını tarif edeyim: Tarihi bir cami. Ortada başında takkesi olmayan, kravatlı, takım elbiseli bir hoca Kur’an okuyor. Etrafı kadınlarla çevrili. Hemen yakınından itibaren oturmuş güya takip ediyorlar. Bu kadınları kanalın seyirci koordinatörünün ayarladığı besbelli. Normal kıyafetleri belli olmasın diye büyükçe beyaz bir örtü ile hepsinin başı örtülmüş. Ama ön taraftaki saçlar açıkta kalacak şekilde. Genç kızların kot pantolonları üst açı çekimlerinde belli oluyor. Konuyla uzaktan yakından ilgili değiller. Kiminin önündeki mushafta bambaşka sayfa açık, kimi de parmağı ile takip ederken kendini ele veriyor: sağdan sola değil soldan sağa doğru gezdiriyor parmağını. Hayal edebiliyor musunuz manzarayı? Bu nerde görülmüş, dinde yeri var mı, varsa bu güne kadar niye uygulanmamış? vesaire, vesaire. Suç bunu çekip yayınlayanda değil ki! Buna nasıl izin verilmiş? Hadi birinci gün yayınlandı diyelim, devamına niye göz yumulmuş? Her şeyin açılımını gördük, demek ki bu da “mukabele açılmı” Pes doğrusu. Diyanet İşleri Başkanı kimden korkuyor? Bu bid’at değilse ben de bir şey bilmiyorum. Bir dostumun isteği üzere biraz izledim. Sonuna kadar tahammül edemedim, kapattım. Kimbilir başka ne saçmalıklar vardır devamında.

Dün akşam bir iftar daveti nedeni ile karşıya (Avrupa yakasına) geçtik. Lüks bir otelde “Ak Türk” abilerimizin verdiği “mütevazi” iftara iştirak ettik. Gençler Tophane’de nargileci Ali Baba’da buluşacakmış iftardan sonra. “Hadi ben de geleyim, oradaki tarihi bir camide teravih kılarım” dedim. Tophane mekanları tıklım tıklım. Son zamanda bu nargileciler bayağı “moda” oldu. İğne atsan yere düşmez olayı. Arabaya park yeri bulmakta zorlanıyorsunuz gecenin bir yarısında. Kızlı erkekli, genci, orta yaşlısı her kesimden insan gelip burada o suyu fokurdatıp duruyor. Ne anlıyor bundan bilmiyorum. Derken ezan sesi duyuldu, ben çıktım. Dar sokaklarda, metruk binaların arasından sesin geldiği yöne doğru yürüyorum. “Bakalım nasibimiz hangi camide” Yankıdan sesin geldiği yeri kestiremiyorum. Terkedilmiş binaları mesken tutmuş kağıt toplayıcıya sormak zorunda kaldım: “cami ne tarafta” “abi burada cami mi arıyorsun, her tarafta var, hangisini söyleyim” (ukala) “sen en yakın olanı tarif et” “sağa dön, tekrar sağdan devam et karşında görürsün” Gide gide ana yolu kenarındaki Kılıç Ali Paşa Camii’ne vardım. İtiraf etmeliyim ki burada namaz kıldığımı hatırlamıyorum. Güzel oldu. Zaten restorasyondan yeni çıkmış. Yandaki hamamda restorasyon devam ediyor. Ferah bir iç avlu karşıladı. Güzel bir şadırvan. Abdest alıp dışarıdaki son cemaat yerinde sünneti kıldım. Bu camide beni cezbeden bir şey var ama ne? İçeri girerken anlaşıldı. Bu eser de Mimar Sinan’ın imiş. O’nun elinin değdiği nasıl belli oluyor hemen? Bildiğimiz “taş” kadifeye dönüşmüş sanki sımsıcak sarıyor ruhunuzu. Bir koku yayılıyor yüzyıllar ötesinden ve adeta “ben Sinan eseriyim” diye haykırıyor tüm yapı. Nedense ilk dikkatimi çeken mermer sütunlar oldu. Muhteşem…

Kaamet getiren müezzinin sesi ve görüntüsü tanıdık geldi. Bir baktım bir iki gün önce izlediğim televizyonda kadınlara mukabele okuyan zât. (Yanılıyor olabilirim.) Zaten cami halısından çekimin yapıldığı mekanın bu cami olduğu konusundaki kanaatim kesinleşti. Hoca, gördüğünüz o yuvarlak göbekte oturuyordu, etrafına kadınları yerleştirmişlerdi.

Gördüğünüz gibi bu yatsı vaktinde kocaman cami bomboş. Farza durulduğunda baktım, cemaatin tamamı ikibuçuk saf.

Evet hepi topu 50-60, bilemedin 100 kişi. Tamam, burası iş yerlerinin ağırlıkta olduğu bir semt ama bu kadar az cemaatin olması Koca Sinan’a, Kılıç Ali Paşa’ya saygısızlık gibi geldi bana. İmam Efendi genç bir hafız. Çok güzel kıraatı var. Teravih’i adına uygun olarak sindire sindire kıldırdı. İki rekatta bir selam verdik. Her dört rekatta üç kişilik müezzin korosu ilahi okuyarak cemaati hem dinlendirdi, hem ziyafet çekti. Gerçekten tadına doyamadığım bir teravih kıldım. Genç imam kardeşimizin kıraatı mest etti. Tane tane okudu. Şahsen uzayan süreden (uzadı mı onu da anlayamadım) hiç sıkılmadım.
Vitr-i Vacip’te Müddessir Suresi’nin ilk 7 ayetini okudu. Çok duygulandım. Yazımıza ser-levha yaptık. Başa dönüp bir daha okuyalım nüzul sıralamasında başlarda yer alan bu ayetleri. M.İslamoğlu’nun mealinden aktardım. Bununla yetinmeyip diğer meal ve tefsirlerden tekrar tekrar okuyup anlamak lazım. Zira bu ayetler “inkıta-ı vahiy” denilen kısa aradan sonra nazil olan ve Efendimiz’in (s.a.v.) artık harekete geçmesi gerektiğini emreden ayetlerdir. Bu emirlerin zamanımızdaki muhatabı olarak bizim de kalkmamızın vaktidir dostlar. Haydi kalkalım. İnşa sürecini önce kendimizden başlatıp dalga dalga yayalım etrafımıza. Zira dünyamız hızla bir felaketin içine doğru sürükleniyor. Zalimler Ramazan, Bayram dinlemeden zalimliklerine devam ediyor. Bir şeyler yapmamız lazım. Etraftan pis kokular yayılıyor, kalkıp bir şeyler yapmamız lazım.

Yaz sıcağında Kılıç Ali Paşa Camii’nin tüm pencereler açık. Kıble tarafındaki pencereden limana demirli bir “Cruise” gemisinin üst katları ve bacası görünüyor. 10 katlı apartman yüksekliğindeki gemide ve etraftaki restoranlarda kurulmuş sofralardan kokular giriyor içeriye. Tophane’yi istila eden nargile narpuçlarından çıkan keskin koku yarışıyor diğerleri ile. Yenilen içilen her şeyin kokusu iğrenç bir karışım olup hücum ediyor içeriye. Bize yabancı kokular giriyor camimizden içeri. Vur patlasın çal oynasın sesleri doluyor içeriye bu Ramazan akşamında. Araç gürültüleri, siren sesleri, vapur homurtuları dışardaki hayatın kusmuğu gibi taşıyor sokaklardan, caddelerden. Bir şeyler yapmamız lazım…

Neyse bırakalım dışarıyı. Hoca tesbihattan sonra “Amenerrasulü”nü kendi üslubu ile çok güzel okudu:

“… Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlamızsın, kafirlere karşı bize yardım et.”

Sonunda besmele çekip Âl-i İmran’ın ilk iki ayetini okudu:

“Elif Lâm Mîm. Hayy ve Kayyum olan Allah’tan başka ilah yoktur. “

Yazının sonunda sizi iki kişi ile tanıştıracağım: Birincisi şu aşağıdaki secde halindeki zât-ı muhterem. Genç bir arkadaş. Trabzonspor forması giymiş. Caminin içinde sürekli yer değiştirdi durdu. Bıkmadan usanmadan her köşede namaz kılıyor. Bizim bildiğimiz namaz gibi değil onun namazı. Sürekli secdeye gidiyor. Sesli tekbir getiriyor. Aniden selam veriyor. Kendi kendine konuşuyor. Etrafına gülüyor, işaretler yapıyor. O bir “meczup” rahatsız etmeyelim, kendi haline bırakalım O’nu. Kimbilir o hareketleri ile bize neler anlatmaya çalışıyor? Kimbilir…


Tanıştıracağım ikinci kişi ise aşağıda gördüğünüz oturan şahıs. O, kendisini “Yolcu” olarak tanıttı bize. Biz güldük geçtik. Hiç yolcu tipi yok baksanıza. Yolcu böyle mi olur, Yol üzerine oturulur mu? Yol üzerine ev yapılır mı? O yapmış, yolda oyalanılır mı? O’nun işi gücü meşgale. Yukarda secde halinde fotoğrafladığımız genç arkadaşa “meczup” diyorsak, kendini Yolcu diye tanıtıp YOL’un erkanına uygun hareket etmeyen bu acize de pekala “deli” diyebiliriz. Vesselam…


Read Full Post »

"üç" faslı

Yolcu’nun dilinden düşürmediği, üzerine titrediği “üç numara”sı ile ilgili çok önemli gelişmelerin yaşandığı günlerin içinden geçiyoruz. Bir zamanlar “hele bir üç numara liseye başlasın” diye hayaller kurdu. Lise biterken “üniversiteye kaydettirdiğim gün bir gelse” dedi. Üniversite’ye kaydı ile mezuniyet töreni arasında geçen dört sene bir gün gibi geçti. Basamakları ikişer, üçer tırmanan özel bir “insan” idi üç numara. İlkokula kaydı yapıldığında 5 yaşında mı idi, ne? Gerisini siz düşünün artık. Üniversite’yi bitirir bitirmez, işsizlik oranlarının tavan yaptığı bir dönemde iş onu buldu. Bir müddet sonra askerlik engelini aşmaya karar verdi. Geçen yıl bu vakitler epey bir dalgalanma yaşandıktan sonra askerliği de kendi düzenine soktu. Bu yıl bu vakitler artık onun askerlik diye bir sorunu yok. Bir Ramazan günü Isparta Eğridir Dağ Komando okulunun nizamiyesinde başlayan macera bu sene daha Ramazan ayına girilmeden Kıbrıs adasında teskere alımı ile sona erdi. Dedik ya bu “özel” bir insan. Yolcu’nun dünyadaki en önemli yoldaşı. İnişlerde başka, çıkışlarda başka, düzlükte başka… Tepkileri başka, hayalleri başka, aşkları başka, kızması başka, sevmesi başka… bambaşka. Bir babanın çocuklarından birini En Sevgili’nin (S.A.V.) mübarek adlarından biri ile şereflendirmesi geleneğinin tezahürü bu üç numara. Mahmut ismini her anışta gözlerinin içi parlıyor Yolcu’nun. En sıkıntılı anında içine bir ferahlık veriyor Mahmut’un heyecanlı konuşmaları. Ne söylerse hoşuna gidiyor. Dedik ya bu bambaşka.

Ramazan’ın beşinci gününe denk gelen geçen cuma günü, Cuma namazından sonra ailecek İzmir yoluna revan olundu. Bilin bakalım ne için? Bu kadar ipucundan sonra tabi ki tahmininiz doğru çıkacak! Evet bu yolculuk Mahmut ile ilgili idi. Hem de O’nun hayatının en önemli kilometre taşlarından birini yerli yerine koymak için çıkıldı yola. “Allahümmeftah bil hayr, vahtim bil hayr” diye dua etti Yolcu. “Allahümme yâ müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayr’el bâb” (Ey bütün kapıları açan Allah’ım, bize hayr kapılarını aç.) Her şey ne kadar hızlı gelişiyor? Daha dün askerden geldi, bugün hayırlı bir iş için İzmir yolundayız diye düşündü. Bütün bu hadisatı ardı ardınca halk eyleyen Yüce Yaratıcı’ya (C.C) hamd ve şükrünü ziyadeleştirmek maksadı ile “seferilik” ruhsatını uygulamadı/lar.

Az gittiler, uz gittiler dere tepe düz gittiler. Gün dalıp batarken İzmir’e vardılar. Herkes çok heyecanlı, Yolcu daha da bir heyecanlı. Bir çift sevdalı yüreğin mutluluğu için ne lazımsa yapmaya çalıştı. İki güne iki ayda yapılacak işler sığdırıldı. Dünürlük, söz kesme, nişan töreni gibi adetler bir çırpıda halloldu. Eee hocam söz konusu olan Mahmut’un hayatı ne de olsa. Dedik ya bu “özel” bir durum. Ayrıntıları burada fâş edip işin sırrına ihanet edeceğimizi düşünüyorsanız yanılırsınız. Özel ve güzel bir hayatın aynı zamanda bir “giz”i, bir “gizem”i olacaktır hali ile. Tarihe not düşmek maksadı ile bu özeti Yolcu’dan müsade alarak karaladık haddimiz olmayarak. “Fotoğraf paylaşımı olmasın bu yazıda” diye sıkı sıkı tenbih etti. Ama ben dayanamadım “bari bir fotoğrafla süsleyim şu yazıyı” diye düşünürken dün akşam aynanın önündeki alyansı gördüm. O sırada Yolcu abdest alıyordu. Gözü takılıp kaldı. Mahmut elini yıkarken çıkarıp oraya koymuş demek ki. Aynadaki yansıması ile çok güzel görünüyordu. Yolcu’nun duygulandığına şahid oldum. Bilirsiniz sulu gözün tekidir kendisi ama bu sefer yüzü ıslak olduğu için mutluluk gözyaşının fark edilmesi biraz uzmanlık istiyordu. “Çaktırmadan alyansın fotoğrafını çekeyim” dedim ama başaramadım, fark etti. Mahcup bir ifade ile göz göze geldik aynada. Yüzündeki tebessüm devam ediyordu. “Hadi neyse” dedi. “Bu fotoğrafı yayınlayalım”

Sahi gökten kaç elma düşüyordu? Bu sefer kesin üç elma düşmesi şart oldu değil mi? Allah tamamına erdirsin. El Hafid (C.C.) tüm kötülüklerden muhafaza etsin. Hayırlısı ne ise onu nasip etsin. Amin. Vesselam…

Read Full Post »

ramazan faslı

(Ramazan Hilal’inin dün akşam uzaydan çekilmiş resmi. Sübhânallâh)

Devr-i Alem’de “zerre”den “kürre”ye hareket halindeki mevcudatın gönül diline tercüman olan Ramazan-ı Şerif, biz acizleri bu yıl da şereflendirdi. Uğramadığı mevsim, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye yok. İnşaallah, bu sene ve bundan sonraki bir kaç sene yaz aylarında idrak edeceğiz Şehr-i Sıyam”ı. 36 yılda bir tekrarlanan bu “devran”ın ömrüme ilk denk geliş yıllarını dün gibi hatırlıyorum. Çocukluk çağını kapatıp, ilk gençlik basamaklarını yeni yeni tırmanmaya başladığım yıllar. Ramazan’ın bahar aylarına denk geldiği çocukluk yıllarımı hatırlamıyorum. “Tekne Orucu” diye adlandırılan kuşluk vaktine kadar tutulan oruçlarımı biliyorum ama “bahar”a dair bir iz yok belleğimde. Sonra sonra, tekne oruçları uzayıp iftara kadar dayanabildiğim günlerde büyüklerimiz çok sevinirlerdi, hediyelerle taltif ederlerdi.
Neyse, ömrümün ilk yaz oruçları çok sıkıntılı geçti. Birkaç sene babam çalışmak için Arabistan’da olduğu için evin en büyük çocuğu olarak tüm yük benim sırtımda idi. Önce “ırgatlık” denen tarladaki ekinin biçilip toplanması. Sonra “sap” denen ekinlerin tarladan harmana kağnı ile taşınması ve nihayet “harman.” Ekinlerin dövenle sürülmesi veya kara patosla patoslanması ve rüzgarda savrularak samandan taneyi ayrılması. Her biri haftalar, hatta aylar süren çileli hasat günleri. Üstüne üstlük kimimiz yok, kimsemiz yok. Sahur vaktinden sonra başlar, bazen gece yarılarına kadar çalışırdık bir lokma ekmek için. Şimdi anlatırken bile ruhum sıkıldı. Çok zor günlerdi.

Nihayet dönüp dolaşıp ömrümün orta yerinde, yine Ağustos ayına denk geldi mübarek Ramazan. Sevinç ve hüznüm bir arada bugün. Aradan geçen 11 aydan sonra sağ salim kavuştuğumuz için mutluyum. Ne kadar şükretsem, hamd etsem azdır. Gel gör ki “Deverân-ı Ramazan”ın bir sonraki yaz buluşmasını düşünmeye başladığım anda gözümde nemlenmeler başlıyor. İçimde bir yerlere keskin bıçakla büyük bir yara açılıyor birden. Tarifsiz bir boşluktan aşağı yuvarlanıyorum sanki. Bir veda sahnesi geliyor hayalime. Bir daha buluşamayacak olan iki dostun vedası bu. Bakışların birbirinden kaçırıldığı, kelimelerin boğaza düğümlendiği, gelgitlerle adımların sarhoşa döndüğü hüzünlü bir veda.

Dostlarım, bundan otuzaltı sene sonra yine Ağustos’a uğrayacak Ramazan. Ama muhtemelen ben bu dünyada olmayacağım gibi bir his var içimde. (Allah-u A’lem) İlmihallerde orucu bozan haller arasında “gözyaşı” da sayılmış olsaydı benim bu ilk gün orucum çoktan sakatlanmıştı. Sabahtan beri bur durumu hatırladıkça kendime hakim olamıyorum. Ağlıyorum ama sebebini tam olarak bilmiyorum. Karışık bir ruh hali ile girdim Ramazan’a velhasıl. Gazetede Nedim Hazar kardeşimin yazısını okuyunca temelli koptum. Tutana aşk olsun. Aşkımız daim olsun. Vesselâm…

Estağfirullâh el Azîm.

…….

Şimdi sen, kucak dolusu bereket, nimet, şükür ile döndün yine.

Ve biz daha çok insan olmak, sana daha layık olmak için hazır gibi hissediyoruz kendimizi.

Ama halimizi biliyorsun, sayısız yara var ruhumuzda. Her tarafımız yara bere, her uzvumuzda lekeler…

Ayrılık vaktinde ne kadar hüzün idiysek, şimdi o kadar bir neşe ve sevinç sarsıyor benliğimizi. Yine bir akşam vakti geliyorsun, hep yaptığın gibi. Şeffaf parmakların mis gibi sebillerle dolu. Bilsen ne çok ihtiyacı var sana insanların, bilsen ne kadar hasretiz rahmetle şişirilmiş ruhuna. Arkandan estirdiğin cennet esintisini ciğerlerimize çekmek için çıktık camlara.

Bir çocuğun minik avuçlarında sakladığı mucize gibi geldin yine. Söz verdiğin gibi; tam günü ve saatinde… Bil ki tüm insanlık sana muhtaç, bütün dünya hasret sana. O kadar çok ‘amin’ biriktirdik ki dudaklarımızda!

Duamız şu: Rabb’imiz hiç olmasa bu sefer, bu kez idrak edebilelim ziyadesiyle; bizi bahtsızlardan eyleme!

Her dakikanı unutulmaz kılmak nasip olsun bu sefer, her anın layıkıyla yaşanabilecek idrak kısmet olsun bize.

Hatırlarsın; ‘İçimde seninle yaşanabilecek o büyük aşkları yaşayamamanın verdiği kocaman bir yumruk gibi yutkunma hissi bırakarak gideceksin!’ demiştim, ne büyük ödül bir bilsen, bir sefer daha gelişini gören şanslılardan olmak.

Yine hatırlarsın; ‘tekrar döndüğün zaman, burada olmazsam eğer, seninle son vuslatı değerlendirememenin acısı bana cehennemden bile beter’ diye fısıldamıştım… Ve sen gitmiştin, biz bahtsızlar sana doyamadan, kıymetini bilemeden.

Şimdi yine döndün kolunda ötelerden sepetlerle. Sepetler; her mendilin altında çeşit çeşit eczalar, türlü türlü merhemler.

Bizler, hayatının özeti ‘ıskalamışlık’ olan yetimler, yine sahibimizin o yalçın serinliğinde, sıcakların en cehennemi bile olsa mutlu olacağız, biliyorsun.

Şimdi geldin… Gece yarıları uyanmak, fısıltıyla dertleşmek, başımızı o sonsuz kucağına yaslayıp halimizi sana aktarmak, içimizi dışımıza çıkarıp yaralarımızı göstermek, tedavi etmeni dilemek istiyoruz… İstiyoruz ki; bizimleyken sen, neye sahip olduğumuzun farkına varalım ve bir taç gibi başımızda taşıyalım seni. İstiyoruz ki, o dokunmaya kıyamayacağımız ellerine sımsıkı tutunalım ve bilmediğimiz diyarlara, keşfetmediğimiz tepelere götür bizi…

Veda vakti çok hüzünlüydük, şimdi vuslat vakti ve erken bir bayram heyecanı var içimizde. Çocukluğumuzu bağışla, bedenimiz aç, ruhumuz aç ve bilirsin, aç iken çocuklaşır insanlar. Bak şöyle dört bir yana, nicedir yolunu gözlüyor âşıklar, kapı önlerinde bekleşiyor sevdalılar.

Bizler; belki sevdası küçük, belki yüreği senden başka binlerce sevgiyi hak etmeyen pis paçavralarla dolu zavallılar. Ama senin sevdan büyük ve sınırsız. Hiç olmazsa tek taraflı olarak bonkörce vereceksin yine biliyoruz. İlk günden itibaren sana layık olarak karşılamayı diliyoruz ki, vedan bir daha çok ağır gelmesin bize. Ve daha coşkuyla girelim yeni bayramlara…

Hoş geldin…

(M.Nedim Hazar-Zaman 01.08.2011)

Read Full Post »