(Ramazan Hilal’inin dün akşam uzaydan çekilmiş resmi. Sübhânallâh)
Devr-i Alem’de “zerre”den “kürre”ye hareket halindeki mevcudatın gönül diline tercüman olan Ramazan-ı Şerif, biz acizleri bu yıl da şereflendirdi. Uğramadığı mevsim, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye yok. İnşaallah, bu sene ve bundan sonraki bir kaç sene yaz aylarında idrak edeceğiz Şehr-i Sıyam”ı. 36 yılda bir tekrarlanan bu “devran”ın ömrüme ilk denk geliş yıllarını dün gibi hatırlıyorum. Çocukluk çağını kapatıp, ilk gençlik basamaklarını yeni yeni tırmanmaya başladığım yıllar. Ramazan’ın bahar aylarına denk geldiği çocukluk yıllarımı hatırlamıyorum. “Tekne Orucu” diye adlandırılan kuşluk vaktine kadar tutulan oruçlarımı biliyorum ama “bahar”a dair bir iz yok belleğimde. Sonra sonra, tekne oruçları uzayıp iftara kadar dayanabildiğim günlerde büyüklerimiz çok sevinirlerdi, hediyelerle taltif ederlerdi.
Neyse, ömrümün ilk yaz oruçları çok sıkıntılı geçti. Birkaç sene babam çalışmak için Arabistan’da olduğu için evin en büyük çocuğu olarak tüm yük benim sırtımda idi. Önce “ırgatlık” denen tarladaki ekinin biçilip toplanması. Sonra “sap” denen ekinlerin tarladan harmana kağnı ile taşınması ve nihayet “harman.” Ekinlerin dövenle sürülmesi veya kara patosla patoslanması ve rüzgarda savrularak samandan taneyi ayrılması. Her biri haftalar, hatta aylar süren çileli hasat günleri. Üstüne üstlük kimimiz yok, kimsemiz yok. Sahur vaktinden sonra başlar, bazen gece yarılarına kadar çalışırdık bir lokma ekmek için. Şimdi anlatırken bile ruhum sıkıldı. Çok zor günlerdi.
Nihayet dönüp dolaşıp ömrümün orta yerinde, yine Ağustos ayına denk geldi mübarek Ramazan. Sevinç ve hüznüm bir arada bugün. Aradan geçen 11 aydan sonra sağ salim kavuştuğumuz için mutluyum. Ne kadar şükretsem, hamd etsem azdır. Gel gör ki “Deverân-ı Ramazan”ın bir sonraki yaz buluşmasını düşünmeye başladığım anda gözümde nemlenmeler başlıyor. İçimde bir yerlere keskin bıçakla büyük bir yara açılıyor birden. Tarifsiz bir boşluktan aşağı yuvarlanıyorum sanki. Bir veda sahnesi geliyor hayalime. Bir daha buluşamayacak olan iki dostun vedası bu. Bakışların birbirinden kaçırıldığı, kelimelerin boğaza düğümlendiği, gelgitlerle adımların sarhoşa döndüğü hüzünlü bir veda.
Dostlarım, bundan otuzaltı sene sonra yine Ağustos’a uğrayacak Ramazan. Ama muhtemelen ben bu dünyada olmayacağım gibi bir his var içimde. (Allah-u A’lem) İlmihallerde orucu bozan haller arasında “gözyaşı” da sayılmış olsaydı benim bu ilk gün orucum çoktan sakatlanmıştı. Sabahtan beri bur durumu hatırladıkça kendime hakim olamıyorum. Ağlıyorum ama sebebini tam olarak bilmiyorum. Karışık bir ruh hali ile girdim Ramazan’a velhasıl. Gazetede Nedim Hazar kardeşimin yazısını okuyunca temelli koptum. Tutana aşk olsun. Aşkımız daim olsun. Vesselâm…
Estağfirullâh el Azîm.
…….
Şimdi sen, kucak dolusu bereket, nimet, şükür ile döndün yine.
Ve biz daha çok insan olmak, sana daha layık olmak için hazır gibi hissediyoruz kendimizi.
Ama halimizi biliyorsun, sayısız yara var ruhumuzda. Her tarafımız yara bere, her uzvumuzda lekeler…
Ayrılık vaktinde ne kadar hüzün idiysek, şimdi o kadar bir neşe ve sevinç sarsıyor benliğimizi. Yine bir akşam vakti geliyorsun, hep yaptığın gibi. Şeffaf parmakların mis gibi sebillerle dolu. Bilsen ne çok ihtiyacı var sana insanların, bilsen ne kadar hasretiz rahmetle şişirilmiş ruhuna. Arkandan estirdiğin cennet esintisini ciğerlerimize çekmek için çıktık camlara.
Bir çocuğun minik avuçlarında sakladığı mucize gibi geldin yine. Söz verdiğin gibi; tam günü ve saatinde… Bil ki tüm insanlık sana muhtaç, bütün dünya hasret sana. O kadar çok ‘amin’ biriktirdik ki dudaklarımızda!
Duamız şu: Rabb’imiz hiç olmasa bu sefer, bu kez idrak edebilelim ziyadesiyle; bizi bahtsızlardan eyleme!
Her dakikanı unutulmaz kılmak nasip olsun bu sefer, her anın layıkıyla yaşanabilecek idrak kısmet olsun bize.
Hatırlarsın; ‘İçimde seninle yaşanabilecek o büyük aşkları yaşayamamanın verdiği kocaman bir yumruk gibi yutkunma hissi bırakarak gideceksin!’ demiştim, ne büyük ödül bir bilsen, bir sefer daha gelişini gören şanslılardan olmak.
Yine hatırlarsın; ‘tekrar döndüğün zaman, burada olmazsam eğer, seninle son vuslatı değerlendirememenin acısı bana cehennemden bile beter’ diye fısıldamıştım… Ve sen gitmiştin, biz bahtsızlar sana doyamadan, kıymetini bilemeden.
Şimdi yine döndün kolunda ötelerden sepetlerle. Sepetler; her mendilin altında çeşit çeşit eczalar, türlü türlü merhemler.
Bizler, hayatının özeti ‘ıskalamışlık’ olan yetimler, yine sahibimizin o yalçın serinliğinde, sıcakların en cehennemi bile olsa mutlu olacağız, biliyorsun.
Şimdi geldin… Gece yarıları uyanmak, fısıltıyla dertleşmek, başımızı o sonsuz kucağına yaslayıp halimizi sana aktarmak, içimizi dışımıza çıkarıp yaralarımızı göstermek, tedavi etmeni dilemek istiyoruz… İstiyoruz ki; bizimleyken sen, neye sahip olduğumuzun farkına varalım ve bir taç gibi başımızda taşıyalım seni. İstiyoruz ki, o dokunmaya kıyamayacağımız ellerine sımsıkı tutunalım ve bilmediğimiz diyarlara, keşfetmediğimiz tepelere götür bizi…
Veda vakti çok hüzünlüydük, şimdi vuslat vakti ve erken bir bayram heyecanı var içimizde. Çocukluğumuzu bağışla, bedenimiz aç, ruhumuz aç ve bilirsin, aç iken çocuklaşır insanlar. Bak şöyle dört bir yana, nicedir yolunu gözlüyor âşıklar, kapı önlerinde bekleşiyor sevdalılar.
Bizler; belki sevdası küçük, belki yüreği senden başka binlerce sevgiyi hak etmeyen pis paçavralarla dolu zavallılar. Ama senin sevdan büyük ve sınırsız. Hiç olmazsa tek taraflı olarak bonkörce vereceksin yine biliyoruz. İlk günden itibaren sana layık olarak karşılamayı diliyoruz ki, vedan bir daha çok ağır gelmesin bize. Ve daha coşkuyla girelim yeni bayramlara…
Hoş geldin…
(M.Nedim Hazar-Zaman 01.08.2011)
Read Full Post »